Russell Hoban’ın 1975 yılında yazdığı bu kitap, Londra’da yaşayan iki kişinin özgürlük, umut ve sevgi hakkında öğrendiklerini anlatıyor. Akvaryumdaki kaplumbağaları okyanusa bırakma hayalleri kuran, yalnız başlarına harekete geçmek istemedikleri için bu hayali bir takıntıya dönüştüren ama birbirlerini bulacak kadar da şanslı olan iki karakterin başından geçenlere eşlik ediyoruz.
Kaplumbağa Günlüğü’nün ismi bile masal havası veriyor okura. Roman “Artık hayvanat bahçesine gitmek istemiyorum,” cümlesiyle başlıyor. Gitmek istemeyen kişi William, yani romanımızın baş erkek karakteri. İki sayfa sonra da baş kadın karakterle, yani Neaera ile tanışıyoruz. Her bölümde sırasıyla William ile Neaera’nın anlattıklarını okuyacağımızı ve hikâyenin bir şekilde bütünleşeceğini sanıyoruz ama yazar bize küçük bir şaka yapıyor o esnada. Henüz farkında değilsek de aslında tek bir hikâyeyi okuyoruz; birinin anlatmayı bitirdiği yerde diğeri sözü devralıyor. Başta sadece kaplumbağalar hakkında ilginç bilgiler ediniyoruz gibi dursa da karakterlerin gündelik rutinlerine ve rutinlerin birbirini yansıttığına tanık oluyoruz. Öyle benziyorlar ki yalnızlık fikri ilk olarak o sayfalarda aklımıza geliyor. Bu ikisi birbirini bulacak ve yalnızlığı aşacaklar, diye düşünüyoruz. Kadının çocuk kitabı yazarı, adamın da bir kitapçıda asistan olduğunu öğrenince gülümsüyoruz.
Yalnız ve kedisiz yaşayan Neaera’nın daha uzun konuştuğunu fark etmek kaçınılmaz. William ise sadece alaycı yorumlar yaparak kısa şeyler anlatırken sayfalar ilerledikçe daha uzun konuşmaya başlıyor. Kendisinden beklemediğimiz şekilde hayal kırıklıklarından bahsediyor bize. Anlattıklarını sadece yazar ve biz biliyoruz, bir de henüz tanışmadığı Neaera. Tanıştıklarında ise tek bir şey söylüyorlar karşılıklı: Kaplumbağalar. Böylece onları hayvanat bahçesinden kaçırmaya karar veriyorlar. O kadar riskli bir karar alıyorlar ki eyleme geçecekleri gün yaklaştıkça gergin hissettiklerini anlıyoruz: Daha hızlı konuşmaya başlıyor ve kesinlikle hayvanat bahçesiyle ilgili olmayan şeyleri anlatıyorlar. Bir ara William’dan Dostoyevski’yi dinliyoruz biraz, Neaera ise King Kong filmini anlatmaya başlıyor.
Büyük gün geldiğinde –bir şey hariç– her şey tahmin ettiğimiz gibi oluyor. Sonuçta kaplumbağalar bu yüzden vardı; bir şey yapmak, denemek, şans vermek, artık başlamak için. Neaera’nın detaylıca anlattığı o günü, William neredeyse tek bir sayfayla geçiştiriyor. Kadınla adamı anlamak biraz kolaylaşıyor. Anlayınca ise evet, diyoruz. Her şey tahmin ettiğimiz gibi olmadı.
Herkes hayatı boyunca yalnızlığı aşabilmenin yollarını arar. Ama aynı zamanda tamamen anlaşılmamayı ve bütünleşmemeyi de ister; özgür yaşamasını sağlayacak kadar yalnız olabilmeyi arzular. Aslında her insan George gibi biriyle dost olarak, bu dostluk sayesinde başka türlü yaşamayı ve yeni sınırlar çizerek özgür olmayı öğrenebilir. Evet, biz de o hataya kaçınılmaz olarak düştük. George’u, kitabın asıl karakterini unuttuk. Belki de yazar en başından beri bu hatayı yapmamızı istemiştir.
Kaplumbağa Günlüğü, bıraktığı etkiyle hakkında uzun süre düşüneceğimiz bir roman. Sözünü ettiğimiz yalnızlık, muhtemelen sizi de hayatlarımıza dair birçok şeyi yeniden düşünmeye teşvik edecek. Örneğin, iki büyük kaplumbağanın okyanusa bırakıldığı an sıkça aklımıza geliyor, suyun onları arındırdığını düşünüyoruz birden. Sonra “ikinci el okyanustan” nihayet kurtulduklarını. Kendi küçük odalarımız, evimiz, hatta yarattığımız dünya acaba bu okyanusa ne kadar yakın diye soruyoruz. Bunun cevabını hâlâ bulamadık. Ama hem yazar hem de anlattığı karakterler ve elbette kaplumbağalar sayesinde artık yalnız olmadığımızı biliyoruz, çünkü bu soruları ilk kez biz sormadık.
Kaplumbağa Günlüğü’nü uzun yıllar sonra Banu Karakaş’ın çevirisiyle yeniden Türkçeye kazandırmaktan mutluluk duyuyoruz. Kitabı okuduysanız yorumlarınızı ve sevdiğiniz bölümleri sosyal medyada bizi etiketleyerek paylaşmayı lütfen unutmayın. Henüz okumadıysanız vakit kaybetmeyin deriz.