Mutlu, başarılı, çok kazanan kültür ikonları televizyonda boy göstermektedir. Onlardan biri, Amerikan futbolunun büyük yıldızlarından Frank Gifford bir zamanlar Frederick Exley ile sınıf arkadaşlığı yapmıştır. Exley ile; yani romanımızın hem başkarakteri hem anlatıcısı hem de yazarıyla.
Yazarımız devrilmiş şişelerin arasında sızmaya alışkın biridir. Tıpkı romanda anlattığı üzere alkole ve futbola duyduğu tutku onu yaşama bağlar. Ama hepsi bu kadar mıdır?
Her ne kadar bu kitaptaki olaylar o uzun hastalıkla, yani hayatımla benzerlikler gösterse de birçok karakter ve durum tamamen hayal gücümün ürünüdür. Böyle durumlarda gerçek insanlara ya da olaylara olan benzerliklerinin tamamen rastlantı olduğunu belirtiyor ve elbette bunlarla ilgili hiçbir şekilde sorumluluk kabul etmiyorum.
Exley, bir günce gibi başlayan romana bu notu iliştirmiş. Günümüzden, yani 1960’lı yıllardan başlayarak “hastalık” diye nitelediği hayatını böylece anlatıyor. O sıralarda İngilizce öğretmenliği yapan Exley, müfredatın iyileştirilmesini sağlamak ister ama görüşleri hem meslektaşları tarafından küçümsenir hem de yönetim tarafından hoş karşılanmaz. Okul mesaisinden gittikçe soğur, derslerden arta kalan vaktini utanç duymaksızın maç izleyebildiği barlarda harcar. Kasabadaki herkes tarafından tanınan ve sevilen bir babanın oğlu olan Exley, hemen herkes tarafından bilinir. Maçları seyrederken kendinden geçmesi, ayakta duramayacak hâle gelene kadar içmesi, çoğu zaman saçmalaması olağandır. Hayatının farklı noktalarında başarısızlıkları tekrarlanır. Birçok defa bar, iş, arkadaş ve sevgili değiştirir.
Buradan itibaren yazar geçmişe dönüşler yaparak bir başarısızlık hikâyesi anlatmaya koyulur, mizahı da sıkça kullanır. Her zaman bir yazar olmak istemiştir. Yalnızca edebiyata duyduğu sevgiden ötürü değil, yazarlıkla gelen güç ve şöhret de onu cezbetmiştir; “Bir eleştirmene göre Falanca bir ‘başyapıt’ yazabildiyse, kendimi rahatlıkla o Falanca’nın yerinde görebiliyordum. ‘Frederick Exley,’ diye okuyordum değerlendirmeyi, ‘bir başyapıt yazmış’; ardından da zeki eleştirmenin birçok meslektaşı gibi buyurgan ama samimi üslubuyla yarı tavsiye verir, yarı uyarır gibi ‘Bence okuyun bu kitabı,’ diye eklediğini görünce keyifle gülümsüyordum,” itirafında bulunur.
Romanın başkahramanı tam da bu yüzden Frank Gifford’ın temsil ettiği şeylere zamanla takıntılı hâle gelir. Hem onun sahip olduğu başarıyı ve şöhreti arzular hem de bunlara sahip olmak için ödemesi gereken bedellerden tiksinti duyar. O sıralarda çalıştığı reklam ajansının bir silah üreticisiyle anlaşma yaptığını öğrenir. Hâlâ burada çalışmak istediğinden emin midir? Bu duygu karmaşası insanlarla ilişki kurmasını zorlaştırır ve başarıyı getirecek eserini yazma isteğini köreltir. Kendisi de bu çıkmazların farkındadır ki dibe battıkça futbol, bilhassa New York Giants taraftarlığı hayatında daha da önem kazanır. Ancak bu sayede “geleneksel, hokkabazlık ve hileyle gölgelenmemiş” bir zaman aralığı yaratabilir ve kendini oraya kapatarak güvende hissedebilir. Büyük depresyonunu ateşleyen de bu fikir olur; oyuncu olmak istemesine rağmen hayatı boyunca bir seyirci, bir taraftar kalmanın korkusu baş gösterir. Ruh sağlığını da adım adım kaybetmesiyle yolu birkaç defa hastaneye düşer ve okuduğumuz sayfaların bir kısmı, elektroşok tedavilerinin de uygulandığı beyaz odalarda yazılır.
Frederick Exley’nin yarı kurmaca, yarı otobiyografik romanı günümüz dünyasının görünmez kuralları hakkında da önemli tespitlerde bulunuyor. Medya araçları bugün değişmiş olsa da ünlü figürlere duyulan hayranlığın aslında yetersizlik hissinden kaynaklandığını, altbenlikler yaratmaya ihtiyaç duyduğumuzu vurguluyor. Kadınlık ve erkeklik rollerinin keskin sınırları bizi var olmayan idealler için rekabete zorlarken Exley’nin sözlerini hatırlamak yerinde olur:
Benim sahip olmak istediğim Amerika bu değildi. Entelektüellik özentimin ve benliğimin fazlasıyla, belki de aşırı bir şekilde karamsarlığa ve kasvete eğilimli olduğunun farkındaydım –bu karamsarlığın çokça kendine acımadan ileri geldiğinin bilincindeydim. Ama, diye düşünüyordum, bunu yeğlerim, bu renkli basım, her yerlerinden mutluluk fışkıran ahmaklarla dolu bir çevrenin peşinde koşacağıma, İsa’nın ıstıraplarını yaşarım daha iyi.
İronik şekilde, Exley’nin hayalleri gerçek oldu. Hiçbir zaman “en çok satanlar” arasına girmese de romanı eleştirmenlerden övgüler aldı ve okurlar arasında sıkı bir hayran grubu oluşturdu. Benzer temaları yıllar sonra tekrar işleyen Kurt Vonnegut tarafından “türünün tek örneği” diye tanımlandı. Yayımlandığı yıl “en iyi ilk roman” dalında William Faulkner Foundation Ödülü’nü kazandı, bir yıl sonra ise “kurmaca” dalında National Book Ödülü’ne aday gösterildi.
Işıl Özbek Arslan’ın çevirisiyle, Bir Taraftarın Notları ilk defa Türkçe yayımlanıyor. “Bu romanı okusanız iyi olur,” diye yazmak bir kez daha mümkün. Bir Taraftarın Notları’nı okuduktan sonra “Anlatılanların ne kadarı gerçekti?” diye düşünmemek elde değil. Belki Frank Gifford’ın peşine düşen yeni bir dedektif-okur doğabilir birden. Belki de kendi hayatlarımızı düşünürüz; hatırladıklarımızın ve geçmişimizin ne kadarı gerçek, diye sorarız.