Peter Carey, İkinci Dünya Savaşı sırasında Avustralya’da dünyaya gözlerini açar. Kendi kuşağının en gözde mesleklerinden olan reklamcılık alanında kariyer yapar ve James Joyce, Franz Kafka, Samuel Beckett gibi isimleri okumaktan daima hoşlanır. Reklam sloganları üzerinde çalışmaya devam ederken sevdiği isimlerin de etkisiyle kurmaca metinler yazmaya girişir. 1981 yılında ilk romanı Bliss’i yayımladıktan sonra üretimine hiç ara vermez. 1988’de basılan Oscar and Lucinda ile ilk Booker Ödülü’nü kazanır. Ardından True History of the Kelly Gang ile aynı ödüle ikinci defa layık görülür. Artık reklamcılık geçmişinden pek de bahsedilmez; yetkin, Yeni-Viktoryen yazarlar arasında adı geçer. Sanıyoruz ki bu yetkinliği en açık şekilde ortaya koyan romanı Oscar ve Lucinda’dır. Yüzeyde bir aşk öyküsünü anlatan bu roman daha derinlerde “din”, “kilise”, “tanrı” kavramlarının hayatları nasıl etkilediğini sorguluyor ve Avusturalya’nın tarihine ada sakinlerinin gözünden bakıyor. Kimi zaman absürt olaylarla karşılaştığımız bu romanda yazarın aslında alaycı bir dil kullandığını da hemen anlayabiliyoruz.
Başkarakterlerimiz Oscar Hopkins ve Lucinda Leplastrier görece benzer koşullarda büyümüştür. Çeşitli tesadüfler sonucunda, Avustralya’ya giden bir gemide tanışırlar. Bize bu tanışmayı aktaran anlatıcı kişi, yani gelecekten gelen ses şöyle söyler:
“Benim dünyaya gelebilmem için biri Obsesif, diğeri Kompulsif iki kumarbazın buluşması gerekiyor. Bir kapının belirli bir zamanda açılması gerekiyor. Kapının karşısında kırmızı bir pelüş kanepenin olması gerekiyor. Sayfa başına on sütundan sekiz yüz seksen sayfalık altı cilt defterin sahibi olan Obsesif’in ütüsü bozulmuş kucağında açık Ortak Dua Kitabı’yla bu kırmızı kanepede oturuyor olması gerekiyor. Kompulsif kumar bağımlısının kendini açık kapıdan içeri itiliyormuş gibi hissetmesi gerekiyor. Obsesif’e gidip (her ne kadar ne diyeceğini önceden kendi de bilmiyor olsa da) yalan söylemesi gerekiyor: ‘Günah çıkarmak istiyorum.’ ”
Romanın en önemli teması bahisler ve kumar. İngiltere’de yaşayan Oscar henüz çocukken keşfettiği bazı oyunlar sayesinde tanrıya sorular sorar, zarların düştüğü yere göre sorularına cevap bulur. Geleceğine yönelik karar verirken de aynı yöntemi kullanır. Bunu izleyen yıllarda bahis oyunlarının her türlüsünü dener. Avustralya’da yetişen Lucinda ise sahip olduğu büyük mal varlığını nasıl değerlendirebileceğini araştırdığı sıralarda hem soyluların hem de fabrikada çalışan işçilerin kumara düşkünlüğünü öğrenir, kart oyunları onun da en büyük tutkusu olur. Din adamı olmasına rağmen bu kötü alışkanlığından vazgeçemeyen Oscar, inancın da bir tür kumar olduğunu düşünür içten içe. Lucinda ise kaybetmek için kartlarla oyalanmaktadır. Her şeyini kaybettiği, özgürleştiği ânı hayal ederek sabırsızlıkla bir sonraki rakibini bekler. Yazarımız Carey de bir bakıma kumar oynamaktadır. Özellikle Oscar’ın yaptığı her seçim, hikâyeyi bir sonraki adıma taşır. Her şey, aslında başka ihtimalleri de aynı anda anlatabilen bir olaya dönüşür romanda.
Kumarın ana tema olarak seçilmesinin tarihsel bir gerekçesi de bulunuyor. Avusturalya’nın eğlence endüstrisine, bilhassa kumara büyük önem vermesi, romandaki “yeni kimlik arayışı” konusunu aktarmayı kolaylaştırıyor. Anlatılan olaylar ağırlıklı olarak 1800’lerin sonlarında geçiyor. Viktoryen roman geleneğinde sıkça kullanılan kumar, genellikle erdemli olmanın önemini hatırlatmak için seçilen bir konu. Carey ders verme amacı taşımasa da geleneğe uyuyor. O sıralarda Britanya İmparatorluğu kolonileri arasına yeni katılan Avustralya’da sömürgeciler ile yerli halk arasında çatışmalar yaşanmaktadır. Buna rağmen sömürgeci kültürün yeni kıtada nasıl kolayca yayıldığını okumuş oluyoruz.
Kitabın kapağına taşıdığımız cam kilise hem Avusturalya’daki fabrikaların gelişimine ve kadınların ekonomik bakımdan bağımsızlaşma süreçlerine dair bir sembol hem de romanın yazılmasının esas nedeni. Cam kiliseyi Bellinger’a taşıması için Oscar ile iddiaya giren Lucinda, Oscar bunu başardığı takdirde tüm servetini kaybedecektir. Kilisenin taşınabilmesi basit bir olay değildir, aslında yerli halka uygarlığı öğretebilmek için gereklidir. Din adamı Oscar, Hıristiyanlık efsanelerini yaymak üzere çıktığı yolda insanlara nasıl işkenceler edildiğini bu sayede öğrenir. Ama en önemlisi, camdan kilise yapmanın absürtlüğü bu iki naif karakterin, Oscar ve Lucinda’nın bir araya gelmesinin ne kadar büyük bir mucize olduğunu anlatır. Romanın anlatıcı kişisi de ancak bu mucizeden sonra dünyaya gelir.
1997 yılında sinemaya da uyarlanan Oscar ve Lucinda eleştirmenlerden büyük övgüler almış, akademi ödülleri de dahil olmak üzere birçok ödül kazanmıştır. Duygu Şahin’in özenli çevirisiyle yayımladığımız bu romanı en az bizim kadar seveceğinizi umuyoruz.