1000TL ÜZERİ SİPARİŞLERDE ÜCRETSİZ KARGO

Villette Önsöz

Charlotte Brontë 21 Nisan 1816’da, Thornton Yorkshire’da, Brontë ailesinin altı çocuğunun üçüncüsü olarak dünyaya geldi. Baba Patrick Brontë, Protestan bir rahipti. Anne Maria Brontë yedi yıllık evliliğinde altıncı çocuğunun doğumundan sonra, 1820’de, Haworth’taki evlerine taşındıklarında ölünce Brontë kardeşler teyzeleri Elizabeth Bramwell tarafından büyütüldüler. Elizabeth Bramwell katı bir Kalvenciydi ama ekonomik olarak kendine yeterliliğin verdiği bağımsız ve güçlü kişiliğiyle kızları olumlu yönde etkiledi.

Charlotte Brontë’nin yaşadığı dönemde orta sınıftan kadınlar için yegâne seçenekler baba ocağı, evlilik ya da Brontë’nin deyişiyle mürebbiyeliğin kölece yaşantısıydı. Daha en başında Brontë kız kardeşlere geleceklerini sağlam bir evlilikle güvence altına alacak kadar şanslı olmadıkları öğretilmişti. 1824’te Cowan Bridge’deki yetim okuluna gönderildiler. Büyük kız kardeşler, Maria ve Elizabeth, burada tifüs olup eve yollanınca Charlotte ve Emily de okuldan alındı. Maria ve Elizabeth çok geçmeden öldüler; özellikle kendisine annelik etmiş Mary’nin ölümü Charlotte’u derinden yaraladı.

Emily, Anne, Charlotte ve erkek kardeşleri Bramwell eğitimlerine evde devam ettikleri sırada edebiyata merak saldılar. Charlotte bu dönem pek çok masal, öykü ve oyun yazdı. Shakespeare’in komedyaları, Byron’ın şiirleri ve John Bunyan’ın popüler eseri Çarmıh Yolcusu‘yla tanıştı; İncil’e son derece hakimdi. Teyzesinin takip ettiği The Lady’s Magazine ve Blackwood’s Magazine‘i de okurdu. Bu sayede çocuklar birlikte sıra dışı bir fantazi dünyası yaratmaya başladılar.

1831’de Charlotte tekrar okula, Roe Head’e başladı ve 1832’de öğrendiklerini kardeşlerine aktarmak üzere eve döndü. Bu okulun müdiresi 1835’te kısmi ödeme olarak Emily’ye ücretsiz eğitim sözü vererek Charlotte’u öğretmen yardımcılığı göreviyle okula davet etti. Baba Patrick Brontë’nin gözbebeği olan Bramwell, o esnada Kraliyet Akademisi’nde sanat okuyor ve ona fazlasıyla masraf yapılıyordu. Kız kardeşler ise ancak ev işlerini bitirdikten sonra ve gizlice yazabiliyorlardı. Belki de ailenin tüm umudu ve beklentisi Bramwell’de olduğu için edebiyata kolayca yoğunlaştılar.

Charlotte’un Roe Head’e ikinci ziyareti pek keyifli geçmedi; çocukları sevmiyor, öğretmenliğin gerektirdiği performansı sergilemekte zorluk yaşıyordu. Kız kardeşlerinin desteğinden uzak olunca yarattığı fantazi dünyasının ahlaken doğru olup olmadığını sorgulamaya başlamıştı. Gelgelelim, bu, Robert Southey’ye şiirlerini yollayarak fikrini sormasına engel olmadı. Southey’nin cevabı teşvik edici olmaktan uzaktı: “Edebiyat bir kadın için iş olamaz ve olmamalıdır da. Zaten kadın gerçek vazifesiyle ne kadar çok meşgul olursa, bir beceri ve hoşça vakit geçirmek mahiyetinde bile olsa, edebiyata ayıracağı zaman o kadar az olacaktır.”

Emily evi özlediği için Haworth’a dönünce onun yerine gelen Anne’in 1837’de hastalanarak Roe Head’den ayrılmak zorunda kalması Charlotte’un ruh sağlığını bozdu; kardeşinin hastalığından müdirenin tedbirsizliğini sorumlu tutuyordu. 1838’de okuldan ayrıldı ve 1839’da hiç sevmediği hâlde mürebbiye olarak çalışmaya başladı. 

Charlotte’un mürebbiyelikten nefret etmesi, Emily’nin evi özlemesi, Anne’in bozulan sağlığı ve babalarıyla ilgilenmek zorunda oluşları üzerine kız kardeşler Haworth’ta bir okul açmaya karar verdiler. Avrupa macerasına bu fikir ilham verdi; zira Avrupa’da eğitim alarak İngiltere’ye döndüklerinde rakipleri karşısında avantajlı olacaklardı. Böylece Charlotte ve Emily 1842’de Brüksel’e, Madam Claire Zoë Héger’nin işlettiği yatılı okula gittiler ve burada verdikleri müzik ve İngilizce dersleri karşılığında eğitim aldılar. Teyzelerinin ölümü yüzünden İngiltere’ye geri dönseler de Charlotte 1843’te tekrar Brüksel’e gitti. Bu seferki son derece yalnızlık çektiği mutsuz bir ziyaretti; hem İngilizce dersi verip hem Almanca öğrendiği okulda Zoë Héger’nin kocası Constantin Héger’ye aşık olmuştu. Constantin Héger saygın bir erkek okulu olan Athénée Royal’in retorik ve edebiyat hocasıydı ama zaman zaman karısının okulunda da ders veriyordu. Charlotte’un duygularına karşılık vermedi ancak metinleri üzerinde büyük etkisi oldu, Zoë Héger’nin müdahaleci tavrı, yabancı bir ülkede yalıtılmışlık, yatılı okulda yapayalnız geçirdiği travmatik bir yaz tatili ve bir tür sinir krizinin ardından bir Katolik rahibe günah çıkarması sonucu Charlotte Brontë 1844’te Brüksel’den hayli mutsuz şekilde ayrıldı. Ama The Professor ve Villette için gerekli malzemeyi toplamıştı.

Işıltılı Avrupa başkentinden sonra Haworth, Charlotte’un gözüne sıkıcı göründü, Constantin Héger’yi özlüyordu. Kız kardeşler öğrenci bulamadıkları için hayallerindeki yatılı okulu hiç açamadılar. İşte bu sırada Charlotte, Emily’nin şiirlerinin ne kadar iyi olduğunu fark ederek gönülsüz Emily ve kayıtsız yayınevlerine rağmen Poems of Acton, Ellis and Currer Bell adıyla 1846’da eserlerini yayımlatmayı başardı. Eleştirmenlerin kadın yazarlara yönelik ön yargılarından kaçınmak veya nesnel bir değerlendirme ile gerçekten takdir edilmek yerine, sırf kadın olduklarından ötürü pohpohlanacaklarından çekinerek mahlas kullanmayı tercih etmişlerdi.

Poems of Acton, Ellis and Currer Bell sadece iki kopya sattı ve bunu diğer Brontë eserlerinin basılması için büyük bir mücadele takip etti. Sayısız başvuru ve reddedilmeden sonra nihayet Anne’in Agnes Grey‘i, Emily’nin Uğultulu Tepeler‘i 1847’de yayımlandı. Charlotte’un The Professor‘ı ise o hayattayken basılamadı. Buna rağmen Charlotte 1847’de Jane Eyre‘i yazıp Smith, Elder and Company’ye yolladı. Yayınevi Jane Eyre‘i seve seve kabul etti ve roman hemen o yılın çok satanı oldu.

Bu başarıdan sonra Charlotte üç ayrı yazar olduklarını açıklığa kavuşturmak için yayıncılarla görüşmek üzere Anne ile birlikte 1848’de Londra’ya gitti ve döndüğünde Shirley üzerine çalışmaya başladı. Ne var ki, aynı sene içerisinde önce Bramwell (kronik bronşit ve alkolizmden) ve Emily, 1849’da ise Anne (iki kız kardeş de tüberkülozdan) öldüler. Kız kardeşlerinin ölümüyle sadece duygusal değil, edebi destekten de mahrum kalan Charlotte, 1849’da Shirley‘yi bitirdi; roman yas döneminde ona oyalanma imkânı tanıdığı için minnettardı.

Bütün bunlar olurken Bell soyadı edebiyat çevrelerinde bilinen bir isimdi artık ve Charlotte kız kardeşlerinin ölümünden sonra sık sık Londra’ya seyahat ederek birçok yazar ve eleştirmenle tanıştı. Pek çok davet alıyor, bunların çoğunu kabul etmek istese de çekingen kişiliği ve babasını yalnız bırakmanın yarattığı suçluluk duygusundan ötürü pek azına katılabiliyordu. Bu arada babası ve yayıncısı yeni bir roman üzerinde çalışması için baskı yapıyorlardı. 



Villette

 

Büyük bir başarıya dönüşen Jane Eyre ve onun yanında görece başarısız kalan ikinci romanı Shirley‘den sonra, Charlotte Brontë üçüncü ve son romanı Villette‘i yazmaya 1850’de başladı, fakat önce kardeşlerinin ölümü, sonra yaşadığı depresyon, uykusuzluk ve bir kısmı hayalî olan rahatsızlıkları yüzünden neredeyse iki buçuk yıl kadar hiçbir ilerleme kaydedemedi. The Professor‘ı tekrar yayımlatmaya çalışsa da başarılı olamadı. Bir daha asla yazamayacağı kuruntusuna kapılmış şekilde, kız kardeşlerinin kitaplarının yeni baskılarında onların gerçek kimliklerini açığa çıkartacak bir önsöz kaleme almaya oturdu, ki bu çaba, Villettei yazması için ona gereken şevki verdi.

Charlotte Brontë ve Villette hakkında bir önsöz hazırlamak zor, zira ikisi üzerine de çokça kalem oynatıldı. Eleştirmenler Charlotte Brontë biyografisini ya sıra dışı bir kadın yazarın sıra dışı yaşamı olarak romantize ettiler ya da bir kadın ve sanatçı olarak yaşadığı zorlukları anlatılarının merkezine aldılar. Ailedeki edebi yaratıcılık, hayatları boyunca Yorkshire’daki evlerinde oturmuş olmaları, kendilerine has mizaçları da Brontë’lerin etrafına hep bir hâle ördü.

Villette‘i otobiyografik bir roman olarak yorumlamak ise bir o kadar kolay. Diğer romanlarının aksine Villette‘te olaylar İngiltere’de değil, Brontë’nin Brüksel ve Belçika için uydurduğu bir isim olan Labassecour’da geçer çoğunlukla. Metnin malzemesi, Brontë’nin Brüksel’de hem öğretmen hem öğrenci olarak geçirdiği iki yıla dayanır. Madam Beck’in kurumu, okul binası ve ona bitişik kolej, yatılı okula çıkan dar sokak ve merdivenler, okulun gündelik yaşantısı, Madam Zoë Héger’nin yatılı okulu temel alınarak yazılmıştır. Madam Beck, Madam Héger’ye; Mösyö Paul, Constantin Héger ile Brontë’nin yayıncısı olan George Smith’in kâtibi (Charlotte’un duygularının tiksinti ve sevgi arasında gidip geldiği ve sonunda evlilik teklifini reddettiği) James Taylor’a çok şey borçludur. John Graham Bretton ve annesi ise Charlotte Brontë’nin 1850-1851 yılları arasında romantik duygular beslediği George Smith ve annesinden ilham almıştır. Villette zamansal olarak 1830’lar ve 1840’larda geçer ama aktardığı deneyimler yenidir; söz gelimi Charlotte Brontë, Rachel’i 1851’de Londra’da, roman üzerine çalışmaya başladıktan birkaç ay sonra izlemiştir.

Anlatı boyunca romanın kahramanı Lucy’yi harekete geçiren çok temel bir motivasyon vardır: Ekonomik açıdan kendine yetebilme arzusu. Lucy (bilinçli olarak gölgede bırakılan) geçmişinden ama aynı zamanda İngiltere’deki sınıf ve aynı derecede baskıcı olan toplumsal cinsiyete bağlı güç ilişkileri sisteminden kaçar. Girişken bir mizacı olmadığı hâlde işsizlik korkusu (ve romanda açıkça dillendirilmese de sokaklara düşme tehlikesi) onu İngiltere’nin taşrasından Londra’ya, oradan da Labassecour’un başkenti Villette’e kadar sürükler. Bu manada roman, Viktorya döneminin özel ve kamusal alan ayrımlarından kaçıp “bir hiç” olarak dünyaya atılan bir kadına neler olabileceği sorusuyla ilgilidir. Aile, ırk ve milliyet, sınıfsal ve kültürel değerler, fiziksel görünüş, kişilik, şans ve tesadüfler kimliğini algılayış şekli ya da başarılı ve mutlu olma becerisi üzerinde ne kadar etkilidir? 

Yol boyunca hizmetçiler, garsonlar, kayıkçılar ve kamarotlardan, İngiliz orta sınıfı, Avrupa burjuvazisi ve aristokrasisi, Avrupa’daki hemşehrilerinin hâl ve hareketlerine kadar hiç kimse ve hiçbir şey Lucy’nin keskin gözlemi ve mizahi bakışından kaçamaz. Söz gelimi, Ginevra Fanshawe, Lucy’nin bir insanda sevmediği tüm özelliklerin vücut bulmuş hâlidir. Ama Lucy’nin ona duyduğu tüm antipatiye (ve Charlotte Brontë’nin onun antitezi olarak Polly’yi parlatmaya yönelik tüm çabasına) rağmen Ginevra romandaki en gerçek karakterlerden biridir. Çünkü dürüsttür ve “fakirliğin ne demek olduğunu”, en önemlisi de kendini bilir; Lucy’nin yemeğini hep onunla paylaşmasının nedeni belki de budur. Ginevra da sürekli hor görülüp azarlanır ama Lucy’nin “yine de zeki olduğunu” anlayacak kadar akıllıdır ve yıllar sonra dahi onunla iletişimi sürdürür: “Beni en kötü hâlimle de kabul eden; fettan, cahil, hoppa, hercai, aptal ve bencil olduğumu düşünen ve bana ikimizin de kişiliğimin parçası olduğunu kabul ettiğimiz diğer tatlı huyları atfeden sizin yanınızda (…) çok daha rahatım.”

Aynı nedenden ötürü Madam Beck, ideal bir Viktorya dönemi annesi gibi görünen Bayan Bretton’dan daha derin ve karmaşık bir karakterdir. Madam Beck, Lucy’deki bağımsızlık arzusunu görür ve ona saygı duyarak özgürlüğünü verir. Lucy’ye gelince; Madam’ın ikiyüzlülüğünü, çıkarcılığını, entrikalarını ve “erkekçe” tavırlarını sevmez ama koca bir okulu tek başına yönetme becerisine sahip, bağımsız ve güçlü kişiliğine karşı kayıtsız kalamaz: “O okul, yetenekleri açısından ona çok sınırlı bir saha sunuyordu; bir ulusa hükmetmeliydi o. (…) Bilge, metanetli ve sadakatsiz; ketum, cingöz ve kendine hâkim; uyanık ve esrarengiz; dikkatli ve duygusuz, üstelik kusursuz bir terbiyeye sahip… Daha ne olsun?” Buna karşılık o dönemin Pre-Rafaelit akımında kendine yer bulmuş edilgen ve aygın baygın hanımefendiler gibi “katiyen bir özgünlük kıvılcımı sergilemeyen veyahut tabiatının kendine has yanından tek bir parıltı dahi göstermeyen” kadınlar Lucy’nin ilgisini çekmez. Böyle olunca onları izlemeyi bırakır, çünkü ilginç değildirler.

Roman, İngilizce ve Fransızca arasında baş döndürücü bir hızda gidip gelirken, Brontë sıklıkla Eski ve Yeni Ahit’ten ifadelere başvurur. Özellikle Lucy şiddetli duygularını ifade ederken Kutsal Kitap’ın dilini benimser. Brontë’nin üslubu sürekli değişir; kimi zaman Gotik romansa (hayalet rahibe ve çocuk gelin, Madam Walravens ve Père Silas’ın gizli “cuntası” vb.) bazen de gerçekçiliğe kayar. Romana kamusal ve özel alan, yanılsama ve büyü bozumu, duygu ve mantık gibi bir dizi çelişki hâkimdir. Lucy, Bretton’ların evinden ayrıldığında ev de, sakinleri de hayal ürünüymüş gibi adeta buhar olup havaya karışır, sonra yine gizemli bir şekilde Villette’te ortaya çıkar ve o geçmişinden kaçarken geçmiş eşyaların hayaletlerinde tekrar karşısına dikilir. Bretton’larla birlikte tiyatrodayken karşıdan gelen üç yabancının aynadaki kendi yansımaları olduğunun ayırdına varır aniden. Madam Beck’in sakinleştiricisinin etkisi altında kilitli ve ıssız olduğunu sandığı parka kaçtığında buranın apaydınlık, hınca hınç kalabalık ve müzikle dolu olduğunu keşfeder, Binbir Gece Masalları‘ndan fırlamış imgelerin kartondan süslemeler olduğunu fark eder. Sonunda gizemli rahibenin kıyafet giydirilmiş bir yastık olduğu ortaya çıkar. 



“Kadınlarda çok fazla olan o adi nitelik”: Amour-propre

 

Romanda alttan alta devam eden bir tema da Lucy’nin gerçekte kim olduğudur. Bu konudaki kafa karışıklığı, Villette’e yolculuğu sırasında karşılaştığı alt sınıflardan başlar. Bu insanlar onu önce hizmetçi sanır, sonra nasıl davranacaklarını bilemez, “patronluk taslama ve nezaket arasında” muallakta kalırlar. Ardından Lucy, Madam Beck’in yatılı okulunda işe girer ama ne sıfatla kabul edildiği belli değildir: “Görünüşe göre benimki, gouvernante ile hanımın hizmetçisi karışımı bir pozisyondu.” Gelgelelim, insan sarrafı Madam Beck, Lucy’deki saklı kalmış becerileri fark eder ve onu daha fazlası –İngilizce öğretmenliği– için zorlar. Okulun aristokrasiye mensup öğrencileri “Miss Lucy’yi kolay bir zafer sanıp bonne d’enfants‘dan İngilizce dersi almamaya kararlı davransalar” da Lucy çok çalışarak kısa süre içinde Fransızca öğrenir, sınıfı idare edebileceğini kanıtlar, bir Protestan olarak Katolik bir okul ve çevrenin kurallarını öğrenmede büyük başarı gösterir, dahası farklı toplumsal tabakadan insanların yanında usturuplu davranmasını bilir.

Peki kimdir Lucy Snowe? Kendisi için “ışıkla yıkanan bir alandaki karanlık bir leke”dir, “Hayat’ın güneşinin önünden bir gölge gibi geçip gitmesine alışkın” biri. Madam Beck ve öğrenciler için mürekkep yalamış ve hüzünlü bir kadın, Miss Fanshawe için “sivri dilli, müstehzi ve kuşkucu”, Dr. John’a göre “sessiz ve gölge kadar zararsız”, Mösyö Paul’e göre “maceracı, inatçı ve cüretkâr”, “zaptedilmesi gereken” bir kadın, Mösyö de Bassompierre’e göre ise “örnek bir öğretmen, oturaklılık ve sağduyu timsali.” Bunların hepsidir o ve öte yandan maceracı, bilinçli bir tasarı üretmekten ziyade iç sesinin onu yönlendirmesine izin veren, hayatın sunduklarını hevesle kabul eden, kriz anlarında sorun çözen, bir taraftan da buruk ve öfkeli, yalnız ve acı içinde biridir, kendini yeni koşullara uyarlama ve tekrar tekrar yaratma becerisiyle modern bir karakterdir Lucy Snowe. Tıpkı romanın kendisi gibi iç dünyası karşıtlıklarla doludur; görev bilinci ve isyan, baskı ve özgürlük, akıl ve duygu, gerçek ve kurmaca sürekli birbiriyle çatışır. Brontë, kadınların güçlü duygularını göstermelerinin son derece uygunsuz kabul edildiğinin farkındadır ama kadınların da tıpkı erkekler gibi hissettiklerini belirtmeden geçemez. Buna bağlı olarak duyguları ve mantığı arasında bölünmüş Lucy de zaman zaman mantığa isyan eder. Bir kadın olarak bağımsızlığından ödün vermek istemez fakat “hayatta benim için daha fazlası –gerçek bir yuva– (…) kendimden daha çok seveceğim (…) hiçbir şeyim olmayacak mı?” diye sorar. Dr. John’a karşı romantik duygular besler ama kaçmak istediği her şey aslında tam da bu şahısta cisimleşmiştir. Kâh kahramanca bir çile çekme arzusu içindedir, kâh Mösyö Paul’e göre kadınlarda çok fazla olan o adi nitelikten, “pespaye amour-propre“dan nasibine düşeni fazlasıyla almıştır, bir parlama arzusu taşır içinde, yatılı okulda sahnelenen vodvilde bir erkek âşığı, büyük bir haz ve başarıyla canlandırır. Bu anlamda roman sabit bir kimlik fikrine meydan okur, çünkü Lucy insanın kendini ya da bir başkasını asla tam olarak tanıyamayacağı kanaatindedir. Bu nedenle herkes onu farklı tanır ve bu nedenle okur olarak hem onu hem de ilişki kurduğu insanları, gözleminin sürekli değişen ışığında görürüz.

“İki hayatım vardı sanki: Fikrî hayat ve gerçek hayat,” der Lucy romanda. Jane Eyre‘in başarısıyla birlikte Charlotte Brontë’nin kişiliği de ikiye bölünmüş gibiydi. Protestan rahibin kızı ile yazar kimlikleri birbiriyle çatışmıyor ama örtüşmüyordu da. Villette‘i yazdığı sırada gerçek kimliği ortaya çıktı; 1850’de meraklılar Haworth’a ona uzaktan bakmaya geliyorlardı. Dolayısıyla bu iki kimliği uzlaştırmaya çalışmak, Charlotte Brontë açısından daha da stresli bir işe dönüşmüştü. “Sosyalleşmenin ateşten gömleği”ni giyme konusundaki gönülsüzlüğünden ötürü (“Yeterince hoşsohbet değilsin. Sen konuşurken bu konudaki yetersizliğin hemen dikkat çekiyor. Yanılgıya yer yok: Acı, mahrumiyet, kifayetsizlik damgasını vuruyor diline.”) Londra edebiyat çevrelerinde hep bir parça yabancı durdu ve kendisinden bekleneni veremedi. Birkaç haftalık büyük şehir gezilerinden sonra hep Haworth’taki yalıtılmış ve yalnız hayatına geri döndü ve yavaşça edebiyat çevrelerinden uzaklaştı.

Charlotte Brontë başka nedenlerden ötürü de kimliğinin açığa çıkmasından rahatsızdı, çünkü kadın yazar olduğunun bilinmesinin eleştirmenlerin yorumlarını etkileyebileceğinden, okurları için özel hayatının edebiyatının önüne geçeceğinden endişeleniyordu. Bu kaygısı romanın Vaşti kısmında yankı bulur. Vaşti –ki bu onun sahne ismi midir, yoksa bu ismi Lucy mi yakıştırmıştır, bilinmez– deha ve şöhret olarak Lucy ve Brontë’nin şeytansı ikizi gibi çıkar okurun karşısına:

 

“Ona göre, acı veren şey ânında cisimleşir. O, saldırılabilecek, bastırılabilecek, paramparça edilebilecek bir şey gözüyle bakar acıya. Soyutlamalarla çatışmaya girer, çünkü kendisi de cismani değildir. Felaketler karşısında dişi kaplana dönüşür, elemini yırtıp atar; kıvranarak, nefretle tuzla buz eder. Onun için acıdan hayır gelmez, gözyaşları bilgeliğin hasadını sulamaz. Hastalığa ve ölüme isyan eder. Kötücüldür belki ama güçlüdür de ve gücü Güzellik’i fethetmiş, Zarafet’in hakkından gelmiş, (…) tutsaklarını kendine zincirlemiştir.”

 

Vaşti’nin performansı o kadar yoğundur ki, okur tiyatrodaki yangına zincirlerinden boşanmış bu öfkenin yol açtığını düşünür ister istemez. Vaşti, Lucy için büyük önem taşır, çünkü ona duyguların kültürel arenada nasıl meşru ve güvenli bir şekilde dışavurulabileceğini gösterir. Buna karşın Dr. John, performansa ilişkin fikri sorulduğunda Vaşti’yi “bir sanatçı olarak değil, bir kadın olarak” değerlendirir. Lucy’ye göre “onu damgalayan bir değerlendirme”dir bu. Bu ifade, Brontë’nin George Henry Lewes’e Edinburgh Review‘daki Shirley eleştirisi için verdiği cevabı hatırlatır: “Eleştirmenlerin beni bir kadın olarak değil, bir yazar olarak değerlendirmelerini istediğimi ısrarla söyledikten sonra, cinsiyet meselesini fazlasıyla kabaca –hatta zalimce– ele aldınız.”

Bu şekilde okunduğunda roman aslında biraz da Brontë’nin nasıl değerlendirilmek istediğiyle ilgilidir. Lucy’ye göre “kim olduğunun bilinmesinin önem arz ettiği yerlerde doğru tanınıyor olması iç huzurunu sağlamak için hayli yeterli”dir. Belki Brontë de bütün amour-propre‘yla bir kadın yazar değil, sadece yazar olarak tanınmak istemektedir.



“Lakin mucizelerin gerçekleştiği zamanlarda yaşamıyoruz.”

 

Charlotte Brontë, kadınlar için bir geçiş döneminde yaşadı ve yazdı. Kadınlar 19. yüzyılda yavaş yavaş edebiyatta büyük başarılar elde etmeye başlamışlardı. Bir taraftan da kadınların eğitimi, iş hayatına atılmaları ve evliliğe ilişkin hususlarda birtakım dönüşümler yaşanmaktaydı. Ancak yine de kadınların eşit yurttaşlar olarak görüldüğü çağın öncesiydi ve hukuki eşitlik tesis edilmemişti. Söz gelimi, kadının varlığının ya da yasal varlığının evlilik sırasında askıya alındığı veya kocanınkine dahil edildiği evlilik sözleşmeleri, evli bir kadının yasal olarak kendi adına mülk sahibi olamayacağı ve herhangi bir yasal sözleşme yapamayacağı anlamına geliyordu. Kadınlar, çocukları ve bağımsız kazançları üzerinde hiçbir hak iddia edemezler, yalnızca kaçıp gitme veya aşırı zulüm durumlarında tanınan ve son derece masraflı bir süreç olan yasal ayrılık elde etmedikçe kocalarından ayrılamazlardı.

Bunun toplumsal ve kültürel alandaki karşılığı her yerden yükselen “kadının yeri evidir” fikriydi. Southey’nin Brontë’ye verdiği tavsiye bir yana, Elizabeth Gaskell bile kadınların yeteneklerini saklamamaları gerektiğini belirtirken şunu eklemeden duramıyordu: “Bir erkek yazar olursa bu onun için muhtemelen sadece bir iş değişikliğidir. (…) Başka bir çalışma ya da meşgaleye ayırdığı zamanın bir kısmını kullanır (…) ve başka bir tüccar, avukat ya da doktor onun yerini alır ve muhtemelen onun kadar iyi iş çıkarır. Ama başka hiç kimse, Tanrı’nın bu özel yeri doldurması için görevlendirdiği kız, eş veya annenin sessiz, düzenli görevlerini üstlenemez.”

Brontë, kadınlara “varoluşlarına bir amaç kazandıracak” ve “bekâr bir yaşamın en büyük laneti” olarak gördüğü bağımlılıktan kurtulmalarını sağlayacak eğitim ve meslek fırsatlarının sağlanması gerektiğini düşünüyordu. Gelecek kaygısına rağmen evliliği asla bir kaçış olarak görmedi ve her zaman “Dünyada inatla kendi ekmeğini kendi kazanmaya çalışan bekâr bir kadından daha saygını yoktur,” dedi.

Villette bir yönüyle dönem romanı. 19. yüzyıl ortasında İngiltere dışına seyahat etmiş bir kadının deneyimlerini okurken genelde o dönem insanının yaşayışı ve hayata bakışını, özelde ise bir kadının kamusal alanda nasıl davrandığını ve konuştuğunu öğreniriz. Söz gelimi, Kleopatra bölümü Viktoryen sanat izleyicisinin imgeleri nasıl gördüğüne, sanat eserine bakışta kadın ve erkek çifte standartına ışık tutar. Öte yandan, Villette, özünde bir kadının bağımsızlık mücadelesini anlatması bakımından hâlâ çok güncel bir roman, çünkü kadınlar için bağımsız bir birey olma, ekonomik açıdan kendine yetebilme, dünyada tek başına yolunu bulma çabası hâlâ aciliyet taşıyor. Bu anlamda Villette, mucizeler zamanında yaşamasak da çalışmayı ve üretmeyi sürdürmek için cesaret verir, çünkü “Korkaklar dışında kim (…) becerilerini sonsuza dek belirsizliğin yiyip bitiren pasına terk eder?”



Duygu Şahin

 

Kaynakça

 

Dolin, Tim, Villette, Introduction (Oxford: Oxford University Press, 2008)

Nestor, Pauline, Charlote Brontë (London: Macmillan, 1987)